Gothıc Edebiyat
Sapık arzular, günahlar...Yalnız Canavarlar Değişen Düzene Karşı
Gotik, on sekizinci yüzyılın ortalarından itibaren popüler bir tür olarak ortaya çıktığından beri, saygın edebiyat sınıfına dahil edilmese de varlığını değişen zamana karşı çıkarak sürdürdü. Fransız devrimi gibi toplumsal değişikliklerin ve köklü sosyal hareketlerin yaşandığı bir dönemde korkunç hayaletler, gizemli şatolar, doğaüstü ve şeytani güçler, tutku ve şehvetin aşırılıkları ile dolu bir anlatının ortaya çıkması ilk bakışta şaşkınlık uyandırsa da, Aydınlanmayı reddedip Ortaçağın karanlık ve batıl inanışlarına dönüş olarak bakıldığında değişikliğe direnme ve muhafazakârlık olarak görülebilir.
Gotik romanların ilk örnekleri arasında temelde romans olan, yanı sıra korku ve dehşet öğeleri de barındıranlar çoğunlukta. Korku öğeleri denince de Ortaçağın ezici dinî baskısının körüklediği şeytanî güçler, öte dünyadan gelip bu dünyadakileri etkileri altına alan hayaletler, ruhlar, cadılar ve büyücüler bir çırpıda sayılabiliyor. Kötü güçlerin etkisi altına giren insanlar toplum düzeninin izin vermediği her tür çılgınlığı ve aşırılığı yapıyorlar: kendi kardeşleriyle yatıyor, ölüler ve canavarlarla sevişiyor, ölümcül günahların hepsini işliyorlar, sonuçta da kötüler cezalarını buluyor, bazen dünyevî bazen de uhrevî bir güç tarafından hadleri bildiriliyor. Bu temelde romantik ve eğlendirici ama aynı zamanda gizemli ve tahrik edici üslûp, türün yazar ve okuyucuları arasında kadınların çok olmasının nedenini de açıklıyor.
Gotik edebiyatın vatanı olarak Kuzey Avrupa görülüyor, ama ücra ve rüzgârlı tepelerde inşa edilmiş şatoları, hayalet söylenceleri, karanlık ve kasvetli atmosferiyle İngiltere'nin ve İskoçya'nın bu türdeki yeri ayrı. Yazarlar Kuzey Avrupalı olunca gizem de Avrupanın güneyine iniyor, Gotik romansların mekânı çoğunlukla Akdeniz ülkeleri... Türün en çok referans verilen ürünü Frankenstein'ın İngiliz Shelley'lerin İtalya'daki evlerinde Lord Byron'ın da hazır bulunduğu gece sohbetleri sırasında doğmuş olmasınaysa diyecek bir şey yok!
Gotik her zaman yerleşik düzene ve ahlâk kurallarına karşı çıkmaktan, aşırıya varmaktan, abartmaktan, kısaca "ileri gitmek"ten yana olmuş. 18. yüzyılın sonlarında yayınlanan The Monk'un (Keşiş) yarattığı skandal bu ileri gidişin kanıtı. Keşiş - bir romans başlığıyla yayımlanan kitapta, cemaati tarafından abartıya varan bir hayranlıkla, neredeyse bir tanrı gibi sevilen ve saygı duyulan bir keşişin kapıldığı hırs ve şehvetle yapıp ettikleri, özellikle eleştirmenleri hezeyana sürüklemişti. 7 Haziran 1796 tarihli The British Critic'de şöyle deniyor: "Şehvet, cinayet, ensest ve insan doğasını lekeleyen her tür vahşet mazeret üretmeye olanak bırakmadan bir araya getirilmiş. Özür niyetine genel ve çok pratik bir ahlâk anlayışı var: Büyü ve sihirle uğraşmaya gerek yok, şeytan eninde sonunda sizi ele geçirecek! Parlak yeteneklerin bu tür felaketler üretmekte kullanıldığını görmek bizi üzüyor."
Gerçi bütün Gotik eserler bu tür eleştirilerle karşılanmadı, azınlıkta olsalar da Gotiğin altın çağının yazarları Ann Radcliffe ve Horace Walpole'ün eserleri hem eleştirmenlerin hem de okuyucuların zevkine hitap ediyordu. Özellikle Radcliffe'in eserleri hem çok okundu hem de bolca taklit edildi, Radcliffe ise çok okunan bir yazar olarak kalemiyle para kazanma ayrıcalığına sahip olmuştu. Elbette bunda yazarın Gotik unsurları sosyal düzeni güçlendirmeye uygun dozda kullanması, hikâyelerinin temelde 'erdem ve sadakati güçlendirme' amaçlı dersler mahiyetinde romantik metinler olması önemli bir etken.
Gotik etkiler, bu türe doğrudan dahil edilmeyen Uğultulu Tepeler ya da Jane Eyre gibi romantik dönem eserlerinde de boy gösteriyor. Medeniyetten uzak eski malikaneler, çeşitli egzotik ülkelerden gelme eşyalarla dolu yüksek tavanlı loş salonlar, gizli geçitlerle dolu uzun koridorların romantik Gotik tarzından kasvetli gri şatoların, örümcek ağlarıyla kaplı soğuk mahzenlerin, iğrenç sürüngenlerle dolu yeraltı geçitlerinin korku Gotiğine uzanan çeşitlilikte mekânlar Gotiğin vazgeçilmez unsurları. Bu heybetli ama karanlık, büyük ama gizemli, terkedilmiş görünen ama doğaüstü varlıklarla dolu yapılar, içlerinde yaşayanların iç dünyalarını yansıtıyor ve davranışlarını belirliyor. Uğultulu Tepeler'in Heathcliff'i romanın kadın kahramanı için bir arzu nesnesiyse de, bize anlatılan özellikleri canavarımsı, vahşi bir hayvanı andıran, kaba saba birini getirir gözler önüne, tıpkı kayalıkların üstünde tek başına rüzgârlara karşı dikilen malikanesi gibi... Bu mekânlar içlerindeki ahlâk dışı, garip ve olağanüstü olaylar devam ettiği sürece ayaktadırlar çoğu zaman. Gülün Adı'nda ya da Jane Eyre'da olduğu gibi gizem çözülüp düzen yeniden sağlanırken yakılıp yıkılıp giderler. Bu noktada Gotik anlatıların çift taraflı olduğu görülebilir: Toplumsal düzene, dinî inanışlara ya da adetlere karşı, aykırı, acayip ve tutarsız olaylar dizisi çoğunlukla kahramanların doğru yola dönmeleri ile son bulur. Böylece otorite yeniden sağlanmış, toplum düzeni de korunmuş olur. Ama anlatı her çeşit aşırılığı ve canavarlığı hoş gören bir yoldan gelerek varmıştır bu sonuca.
Canavarlar ve şeytanî güçlerin zamanla şekil değiştirmesine de şaşırmamak gerek, 18 yy.'ın hayaletleri, lanetleri ve şatoları, endüstri devrimiyle birlikte 19 yy.'da laboratuvarlarda yaratılan insanlara, bilimin karanlık ürünlerine ve bilimadamlarına dönüştü. Tutuculuk bu sefer bilime ve teknolojiye karşı direnmeye başlamıştı. Dr. Jekyll ve Mr Hyde, geliştirdiği ilacı kendi üzerinde denediğinde saygın kişiliğinden sıyrılıp bir suçluya dönüşen Dr. Jekyll ve ikinci kişiliği Mr. Hyde'ın öyküsü. Bastırılmış vahşet ve cinsellik dürtüleri ortaya çıkan doktor, bunlarla başetmekte zorlanır ve doğanın ilahî dengesini bozduğu için de ölümle cezalandırılır. Bir başka çılgın bilimadamı öyküsü, tıpkı Dr. Frankenstein gibi canavarı kendi laboratuvarında yaratan ve Tanrı tarafından cezalandırılan haddini bilmez bir bilimadamı...
19 yy.'ın meşhur detektifi Sherlock Holmes'un maceralarında da Gotik birçok öğe olduğunu düşünmüyor musunuz? Öncelikle mantıkla çözülemez göründüğü için gizemli güçlere atfedilen cinayet ve suçlar, Holmes'ün keskin zekası ve garip öngörüsü ile egzotik Doğu kaynaklı bir zehire, dilsiz bir köleye ya da Afrika kökenli bir büyüye bağlanır. Ama Holmes'ün neredeyse hastalıklı mantığı cinayetlerin uyandırdığı korku ve dehşet hissini yok etmeye yetmez. A. C. Doyle mantığın yılmaz savunucusu kahramanını en doğaüstü görünümlü maceralara atarken, yalnızca bilimin yanılmazlığını mı kanıtlamaya çalışmıştır?
20 yy.'da ise korkutucu gelen artık doğaüstü güçler değil, teknolojinin insanın ruh-beden bütünlüğü üzerindeki etkisi. Teknoloji, sağladığı düzen, denetim ve otoriteyle esas tehdit kaynağı halini almış durumda. Artık öbür dünyadan gelen ne idüğü belirsiz yaratıklardan değil, kendi elimizle yarattığımız ve beslediğimiz dünya düzeninin baskısından, her an her yerde izlenmekten korkuyoruz.
Kafka Değişim'i yazarken bireyin sosyal düzen karşısında gerileyip çatlamasını, Dava'da yasa ve devlet düzeninin insanı nasıl doğaüstü bir güç gibi kıskıvrak yakaladığını, tam bir Gotik anlayış taşıyan Şato'daysa otorite figürünün çözümsüz bilinmezliğini ele alıyordu. Kafka'nın eserlerindeki korku ve dehşetin, türün belirleyicilerinden Edgar Alan Poe'nun canavar gorilinden ya da ölümcül sarkacından daha az etkili olduğunu kim söyleyebilir?
Tüm bunlara bakıp artık Gotik anlatılar kalmadığını düşünüyorsanız çok da haksız sayılmazsınız. Her zaman popüler kültürden beslenen Gotik, terketmek üzere olduğumuz yüzyılda sinema ile yeni bir aktarım kanalı edindi ve Gotik romanlar sinemanın ilk günlerinden bu yana hep ilgi gördü. Ama Boris Karloff'un 30'larda canlandırdığı canavarı ile 90'larda Robert de Niro tarafından ete kemiğe büründürülen arasında ciddi farklar olduğu da bir gerçek. İkincisi bir bakışta daha ürkütücü görünse de, birincinin soğuk, mesafeli ve tamamen yabancı haline sahip değil. Fazla insanî, fazla dünyevî. Değişen sadece Mary Shelley'in canavarı değil, Bram Stoker'ın Kont Dracula'sı da bu değişimden payını alıyor. Tıpkı Coppola'nın filmindeki aşkı için her şeyi göze alan tutkulu Dracula gibi. Aşırılıkları, düzen dışılıkları ve gariplikleri törpülenmiş, neredeyse bu dünyaya ait olmak için uğraşan yaratıklara dönüşmüş durumdalar. Onlardan korkmuyor, acıyoruz. Onlara gülmüyor, bakıyor ve anlayış gösteriyoruz. Ne kadar romana sadık kalındığı iddia edilse de, bu uyarlamaların orijinal dehşet duygusunu daha insani duygularla değiştirdiği açık.
Korkuya ya da romansa fazla kaymadan, ürperti ve tutkuyu kararında tutarak herkese uygun hale gelen sinemasal Gotik tarzın bir başka örneği ise, Gotik yönetmen sıfatını hiç şüphesiz hakeden Tim Burton tarafından çekilen Edward Scissorhands (Makas Eller). Çılgın bir bilimadamı tarafından yaratılan Edward son derece naif karakteriyle Dr. Frankenstein'ın hedeflediği adam! Ama yaratıcısı onu tamamlayamadan ölünce koca şatoda (başka nerde olabilirdi?) tek başına kalıyor, bir gün satıcı bir kadın tarafından bulunana kadar. Ama ellerinin yerinde makaslar olan Edward ne kadar insancıl olsa da (hem âşık olup, hem de herkes tarafından sevilen biri haline gelmeyi başarıyor) yine de Frankenstein'ın canavarı gibi ebedî yalnızlığa mahkumdur.
Gotik anlatıda aşırılıkla birlikte ortaya çıkan gülme tepkisinin komedi filmlerinde kullanılması da evcilleşen Gotik için bir örnek. Bu tür filmlerde, Gotik romanları okurken hissedilen garip korku hissine eşlik eden biraz sinirli bir gülme yerine düpedüz neşe var. Gotik canavarlar, cadılar ve yaratıklarla dalga geçilen Addams Ailesi bu anlayışın en popüler örneği.
Neyse ki Gotik anlayışı taşıyan ve başarıyla sürdüren başka bir tür var: bilimkurgu. Gotiğin geçmişe referans vererek yaptığını bilimkurgu geleceği göstererek yapıyor. "Şimdi" hakkında başka bir zamandan bahsetmenin rahatlığıyla fikir yürütmek, zamanı zemini belirsiz bir çağda özgürce hayal kurabilmek bilimkurguyu bugünün zincirlerden kurtarıyor. Tıpkı mantığı ortadan kaldırarak Gotik anlatıyı mümkün kılan, denetlenemeyen doğaüstü güçler gibi...
Karanlık bir gelecek düşlemek, geçmişin canavarlarını makinelere, hayaletlerini holografik görüntülere, çılgın bilim adamlarını yeni çılgın bilim adamlarına dönüştürüyor. Türün öne çıkan örneklerinden Neuromancer'ın bilgisayarlara bağımlı insanları, uyuşturucu ve vahşet içinde yaşayan toplulukları ile nöral ağlar, Gotik edebiyatın dinden çıkmış, doğaüstü güçlerin etkisine girmiş kahramanları ve bir şatonun gizli geçitlerinin aldığı yeni biçimler.
19 yy.'da Doğu, Batının korku ve arzularını yansıttığı bilinmez bir diyarken, 20 yy. sonlarında yerini başka gezegenlere ve kıyamet sonrası Kaotik Dünya'sına bırakmış durumda. Gotik edebiyatın doğudan gelen kötücül karakterlerinin ve yaratıklarının yerini, dünya dışı varlıklar ya da makineler aldı.
Philip K. Dick'in kaleminden çıkan Do Androids Dream Of Electric Sheep'den uyarlanan bilimkurgu sinemasının başyapıtlarından Bıçak Sırtı (Blade Runner) sürekli karanlık ve yağmurlu atmosferi, Frankenstein'da olduğu gibi kendilerini yaratanla yüzleşmek için geri dönen androidleriyle özünde fena halde Gotik.
Makineler tarafından iradesi elinden alınmış insan ırkının karanlık geleceğini öngören ve kurtuluşun "inanç" beslemekte olduğunu söyleyen tipik bir Gotik anlatı örneği de çok yakın tarihli Matrix filmi.
Yine de Gotik edebiyatın tamamen terkedildiğini söylemek doğru olmaz, fantastik edebiyat diye adlandırılan türde eser veren yazarların çoğu Gotik edebiyatın unsurlarını kullanıyor. Tolkien'ın Yüzüklerin Efendisi'nde düşlediği dünya, teknoloji karşıtı ve geçmişe dönük. Çok satarların en çok satanı Stephen King'in Medyum'u (The Shining) ıssız bir otelde bir süre önce işlenen korkunç cinayetlerin, bekçi olarak kalan ailenin babasını nasıl çıldırttığı üzerine tam bir korku abidesi. Eco'nun Gülün Adı'sıysa doğrudan Ortaçağa dönüyor ve bir manastırda işlenen gizemli cinayetleri Holmesvari bir din adamına çözdürüyor.
Doğrudan Gotik olarak adlandırılan hikayeler yazan H. P. Lovecraft'ı da unutmamak gerek. Türkçede sadece Mitos tarafından basılan Gotik Öyküler isimli tek bir seçkiyle okunabilen Lovecraft türün kararlı takipçilerinin baştacı. Lovecraft'ın hikâyeleri ürkünç ve dehşet verici kaynağı bilinmez güçleri, insanın doğa karşısındaki çaresizliği gibi karanlık konuları işliyor.
Oscar Wilde'ın Dorian Gray'in Portresi'nden Iris Murdoch'un Tek Boynuzlu At ve Melekler Zamanı'na, Goethe'nin Faust'una kadar sınırları genişletilebilen, romansdan korkuya çeşitlemeleri bulunan Gotik anlatının temel formülü, 1797 tarihinde yazarı bilinmeyen şu sözlerin kaleme alındığı günlerden bu yana yine de pek değişmedi:
"Yarısı harabe haline gelmiş eski bir şato al,
Bazıları gizli, bir sürü kapısı olan uzun bir koridor.
Üç tane yeni ceset.
Sandık ve mengenelerde bir sürü iskelet...
Hepsini karıştır, bir kaplıcada yatağa gitmeden önce üç cilt olarak alınacak şekilde."